AHLAT’I ARTIK
BEKLETMEYİN…
Oktay EKİNCİ
Okumuş
yazmışlarımızın “Anadolu” gezilerine ilgileri arıyor… Böylece; “Türkiye’yi
tanımadan Avrupa görmüşlüğün” o çekilmez
nutukları da sanki azalıyor…
Hatta, kimi aydınlarımız da;
“Amerika’da bakın nasıl?” diye söze girmek yerine, “Anadolu’da bir gelenek var…”
diyerek konuşmayı sever oldular… Çağdaş uygarlık için bile “binyılların
yarattığı” kültür birikimlerimizin değerini artık herkes kabul ediyor…
Bu sevindirici gelişmeye “tarihsel
yörelerimizi” tanıtarak ve gezdirerek
katkıda bulunanlarımızın, “Anadolu’ya karşı sorumlulukları” var… Kültürel
coğrafyamızı “okul” olarak kucaklayan akademisyenler, mimarlar, arkeologlar,
sanat tarihçileri, şehirciler ve tüm aydınlarımız da bu büyük sorumluluğa
ortaklar…
Çünkü, bir bölgedeki ziyaret
odağının hemen yanı başında bulunan başka bir uygarlık merkezini ihmal
ettiğimiz zaman, “Anadolu’daki kültürel birikimlerimiz” açısından da eksik
bilgi ve gözlemler yaratabiliyoruz…
AKDAMAR’IN
KARŞISINDA…
İşte bu “vefasızlığın”, belki de en
çok yaşandığı bölgelerimizden biri de “Van Gölü” havzası… Örneğin Akdamar
Adası’na gösterilen ilginin yanında yıllardır hep “gözardı” edilen çok özel ve
çok önemli uygarlık merkezlerimizden biri ise “Ahlat”…
Van Gölü’ne, sadece uçsuz bucaksız
maviliği ve altın kumlu plajlarıyla değil, çevresindeki tarihsel
yerleşmeleriyle de “Doğu Anadolu’nun denizi” denilmesine haklılık kazandıran
Ahlat, yaklaşık 2900 yıl önceki ilk
“Urartu” yerleşiminden bu yana aynı havzanın “yaşama” merkezi…
Üstelik, Bizans döneminde “Khlat”, Ermeni
Krallıkları zamanında “Hlat”, Süryanilerin dilinde “Khelath”, Arapların
egemenliğinde “Halat” ve 12. yüzyılda Türk kenti olunca da “Ahlatşahların”
başkenti “Ahlat” denilerek, binyılların tanıklığını da “bugünkü adıyla”
sürdürmüş bir kent…
Tarihi yaşayarak yazan seyyahlar,
İslam dünyasının en parlak kentleri için söylenen; “Kubbetü-l İslam” unvanının
Ahlat’a da verildiğini belirterek; halkın yüzlerce yıl Arapça, Farsça, Ermenice
ve Türkçe konuştuğunu anlatıyorlar…
Gölden
gerideki kayalara oyulmuş en eski evlerinin duvarlarında bile “tavus kuşu”
resimleri var. Osmanlı döneminde göl kıyısındaki “Hisar”ı da eklenince, tarihi
kentin “yalı”sı da oluşmuş ve bu güzelliği şiirlere, türkülere yansımış…
‘UNESCO’NUN
MİMARLARI…
İşte böylesi bir geçmişi “belgeleyen”
Ahlat’taki anıtsal mimariyi ve göle doğru akan “gizemli peyzajı” gördüğünüz
zaman ise, örneğin UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan “Divriği (Sivas) Ulu
Camisi ve Darüşşifası”nın mimarının neden “Ahlat’lı Hürremşah” olduğunu daha
iyi kavrıyorsunuz.
Her biri başlı başına birer “mimari
akıl ve zarafet” örneği olan tarihi kümbetlerle birlikte 12. ve 15. yüzyıl
dönemine ait “Selçuklu Mezarlığı”ndaki 210 dönüme yayılan etkileyici büyüklükleri tanımlamak bile
olanaksız…
Bazıları 4 metreyi aşan yükseklikteki,
çoğu insan boyunda sayısız “heykelsi” mezar taşı, güneş Van Gölü’nü efsanevi
görüntüleriyle terk ederken sanki karanlıkları bile “aydınlatan” duruşlarıyla
geceyi karşılıyorlar… Blok taşlardan sandukaların iki başlarına dikilmiş bu
“şahideler”in üzerinde, “Şaman” kültüründen miras “ejder”lerden tutun,
Selçuklu’ya has bitkiler ve geometrik motifler, hatta ünlü “Ahlat taşını”
böylesi anıtlara dönüştüren ustaların imzaları ve kimlik bilgileriyle de
birlikte, birer “tarih kitabı” gibiler…
İşte bu “dersi”de alabilmek için,
örneğin bundan böyle Van Gölü’ne gidip de elbette ki Tuşpa’yı gördükten sonra
mutlaka “karşı kıyıda bekleyen”lerimizi de sevindirmek gerekiyor…
Çünkü Ahlat varken, Akdamar bir
yana, aynı denizde belki de hiç kimse yoktu…
GÖRMÜŞ
GEÇİRMİŞ AHLAT
Oktay EKİNCİ
Bitlis’teki
“Eren Üniversitesi”ne bağlı “Ahlat Meslek Yüksekokulu”, aynı coğrafyanın kültür
derinliklerini belgeleyen böylesine eşsiz bir tarih dersine de kucak açacağını
acaba tahmin edebilir miydi?...
Halk
arasında “Anadolu’nun denizi” denilen Van Gölü kıyısındaki Büyük Selçuklu
Oteli’nde ağırlanan sempozyum katılımcıları, böylesine kimlikli ve gururlu bir
kentle tanışacaklarını acaba biliyorlar mıydı? Ve bu tarihsel buluşmaya 17-21 Haziran’da ev sahipliği yapan Bitlis Valisi
Mevlüt Atbaş, Ahlat Kaymakamı Bilal Şentürk, Eren Üniversitesi Rektörü
Prof.Dr.Hasan Ceylan ile Belediye Başkanı Mevlüt Gülmez, böylesine “erdem”li
bir geçmişe sahip çıkmanın “kamusal heyecanı”nı, daha önce yaşamışlar mıydı?
Van Gölü sempozyumlarının önderi Prof.Dr. Oktay Belli, bu coşkuyu kendisiyle
birlikte tüm emeği geçerlere armağan etmekle kalmadı; tarihin en bilinmezlerini
“bilinir”kılan sunumlarıyla Ahlat’ı adeta bir “dünya akademisi”ne dönüştüren
katılımcılara unutamayacakları birlikteliklerin en anlamlısını da yaşatmış
oldu. Van Gölü’nün dili olsaydı, aynı anlamı belki de şöyle özetlerdi: “Benimle
bütünleşen’ doğal güzelliklerinin sarmaladığı akıl ve emek birikimlerinin
çağlar boyu yarattığı kültür zenginliği’ni anımsamak kadar kutsal bir buluşma
başka ne olabilir ki?...”
KÜLTÜRLERİN GÖL’Ü
Ahlat’taki
bu “kutsal” birlikteliğe katılabilmek için, Mimarlar Odası Van Şube Başkanı
Şahabettin Öztürk’le birlikte Van Gölü’nü kuzeyden dolaşıyoruz. Muradiye’yi
geçerken solumuzda kalan gölün kıyısındaki Adır Çeşmesi ile açıklardaki Adır
Adası’nın önemini anlatan Öztürk, buradaki Lim Manastırı’nın da Akdamar gibi
ilgi beklediğini anımsatıyor. Van Gölü’ndeki Çarpanak Adası ile Kuzu Adası’nda
da manastırları ve şapelleri olan eski yerleşim kalıntıları var. Göl bu
niteliğiyle sadece çevresindeki değil; deyim yerindeyse “içi”ndeki uygarlık
değerleriyle de Doğu Anadolu kültürlerinin beşiği konumunda… Nitekim kuzey kıyısındaki Ünseli’den geçerken
burada doğan Yaşar Kemal’i anmakla kalmıyoruz; köyün geleneksel dokusundan
tarihsel mimarlık kültürünü de okuyoruz.
Kıyıdaki
Alparslan Öğretmen Okulu ise geçmişteki Köy Enstitülerini anımsatıyor. Yol
üzerindeki Erciş, ünlü halk ozanı Emrah ile sevgilisi Selvi’nin heykelleriyle
bezenmiş…
15.yy’a
ait Kadem Paşa Kümbeti, ilçenin göz bebeği… Çelebibağ mevkiindeki Eski Erciş’te
yapılan kazılarda ise Selçuklu dönemi belgeleniyor. Yüksekliği 4058 metreyi
bulan Süphan Dağı’na yaslanarak yaşanmış bütün bu kültürlerin bölgedeki diğer
zenginlikleri arasında Akçaova’daki kümbetler, Adilcevaz’daki Urartulardan
kalma Kef Kalesi, Ulu Cami ve 16. yy’ın ürünü Zalpaşa Camisi, yol
üzerindeler... Yörede “kayısı”ya “erik” deniyor.. Bu nedenle Şahabettin
Öztürk’ün doğduğu Erikbağı Köyü’de bir kayısı ve üzüm cenneti. Ne var ki
uğramaya artık zaman kalmadığından, doyumsuz bir kültür yolundan hızla geçerek
Ahlat’a varıyoruz. Aynı günün akşam saatlerinde ünlü Selçuklu Mezanlığı’ndan
başlayan gezide ise tüm Van Gölü Havzası’nın her yönüyle kültür başkenti olan
çok özel bir yerleşmede bulunduğumuzu anlıyoruz…
ŞAMAN VE
BUDİST İZLER…
Ahlat’taki
tarih turumuza, arkeolojik kazıların bilimsel başkanı Doç.Dr.Nakış
Karamağaralı’nın eşlek etmesi büyük şanstı. Hayranlıkla izlenen antik
eşyaların, her biri sanat tarihine geçen eserlerin ve efsanevi ustalara ait
yapı kalıntılarının, kendi dönemlerine ait insan ilişkilerini betimleyen
öyküleriyle birlikte incelenmesi bir başka oluyor... Yaklaşık 50 bin
metrekareye yayılan kazılar, ülkemizdeki en geniş arkeolojik araştırma alanını
oluşturuyor. Ahlat Müzesi, alçakgönüllü bir mekanda insanı binyıllar öncesine
götürüyor. Özellikle Selçuklularla birlikte Orta Asya’dan uzanan Türk kültür
birikimlerini kente kazandıran anıtsal mezarlar, kümbetler, çini fırınları,
hamamlar, köprüler ve yaşanmışlıkların her türlü ürünleri, “Şaman” ve “Budist”
inançların simgesel bezemelerini Anadolu’yla tanıştırıyor…
Kentteki 6
Selçuklu mezarlığından en büyüğü olan 250 bin metrekarelik Meydanlık Mezarlığı,
Selçukluların daha ilk dönemlerinden itibaren ne denli yüksek bir kültür
zenginliğiyle Anadolu uygarlıklarına katıldığını gösteren eşsiz bir bellek
hazinesi… Bazıları 4 metreyi bulan ve Budizm’de “evren”i simgeleyen ejderha
başlarıyla bezeli heykelsi mezar taşlarındaki yazılardan, yine Anadolu’nun bir
çok bölgesindeki ünlü yapılara imza atmış Ahlat’lı mimarların, matematikçilerin,
fizikçilerin, hatta “devrin bülbülü” tanımıyla ses sanatçılarının,
müzisyenlerin ve bunlarla birlikte devlet adamlarının, kahramanların,
komutanların, burada gömülü oldukları anlaşılıyor…
TARİHSEL
GARNİZON
Alparslan,
1071’de Malazgirt Ovası’nda kazandığı savaşa hazırlanmak için garnizon merkezi
olarak Ahlat’ı seçmiş. Büyük zaferi izleyen “Ahlat Şahlar” döneminde, “altın
çağ”ını yaşayan kent, Belh ve Buhara ile birlikte “Kubbet-ül İslam” olarak
anılır. Ortaçağın en görkemli kentleri Bağdat, Halep, Şam, Kahire, Musul kadar
nam salar… Ahlat, Moğolların 1258’deki işgal ve yağmasından sonra bir daha o
muhteşem yıllarına geri dönemedi…